Kahramanmaraş’ın alışkın olmadığım engebeli yollarında yürüyorum. Güneş nazlı bir gelin gibi doğmuş, ışıltısı engebeli yolları aydınlatıyordu. Yolumu aydınlatan ışıltının yoldaşlığında rüzgâr, serinliğini yanağıma usulca konduruyordu.

Bir kadife bez parçasına dokunmanın verdiği hazzı alıyor, kaldırımın kenarından yavaş adımlarımla gidiyordum. Dünden kalan yağmur artıkları bir kaldırım taşının altına saklanmış, ayakkabımın içine sinsi bir yılan giriyordu. Daha önceden hiç görmediğim ağaçlardan düşen yapraklar, önümde bir sağa bir sola doğru gidiyordu. Bu hayatta hangi yelkene rüzgâr olduğumu bilmiyordum. Bunu düşündüm biraz. Birazdan Trabzon Caddesi’nin arka sokaklarında kalmış küçük bir çay ocağında çay içer, bir çörek ısırığının verdiği tat ile geçmiş günlerimi karşıma alıp biraz konuşurum.

Yollarına alışkın olmadığım bu kentin kaldırımlarında yürüdükten sonra yorgun bir çay ocağına uğruyordum. Tahta masa ve küçük taburelerden oluşmuş sıvası dökülen bu küçük çay ocağı artık kapanmıştı. Biraz eğilerek ocaklık kısmına baktım. Her tarafta sanki demliklerin tüylerini diken diken eden bir yalnızlık vardı. Uzun uzun baktım çay ocağına. Sonra bir bardak ilişti gözüme. Yalnızlık bir bardağın dibinde kalmış çay damlaları gibi oluyordu. Yalnızlık bir çay bardağının ayrı yerde, çay tabağının ayrı yerde olmasıydı. Sonra birden Edip Cansever’in sözleri sardı bütün ruhumu;

Sanki dünyanın tüm çay ocakları kapalı.

Ve göklerden tepelere inen bir sokak,

Ya da bir akarsuyum ben.”

 

Sıvaları dökülmüş bu çay ocağından ayrılırken az ilerde yüzleri bir ömrün haritası gibi olmuş bir ihtiyar görüyordum. Titrek elleriyle ne olduğunu bilmediğim birşeyleri kâğıda sararken merakla biraz baktım. Ne yaptığını bir türlü anlayamadım. “Ot sarma” diyorlarmış buna. Sonradan öğrendim. Saçları ve sakalı birbirine karışmış haldeydi. Bir ikindi sonu sessizliği sarmıştı her yanı. İhtiyarın yüzünde sanki bir şiir bulmuş, onu okuyordum. Sıvası dökülmüş bu çay ocağında nice dostları ile oturmuş sohbet etmişti. İnsanda sıva gibi dökülüp gidiyordu bu yaşamdan. Bunu düşündüm.

Küçük tabure bütün yorgunluğumu almış ama kalbimin yorgunluğunu bir türlü alamamıştı. Saatime baktım bir an. Dersime daha vardı. Kaleye çıkıp etrafı biraz seyretmeyi düşündüm. Kalaycılar Çarşısının kalay kokulu dükkânlarının önünden ağır adımlarla geçiyordum. Bir ihtiyarın teri ateşin üzerine damlıyor, ihtiyar buna hiç aldırmıyordu. Meraklı gözler ile onu seyrettim. Bana göre uzun ve yorucu yürüyüşün ardından kaleye çıktım. Şehir sanki avcumun içindeydi. Kendimi bu kalabalığın bir parçası olarak düşünüp, insanların koşuşturmalarına baktım. Sonra tüylerimi diken diken eden bir söz;

“Maraş bize mezar olmadan, düşmana gülzâr olmaz”

 

Biraz düşündüm. Bu güzel vatan için insanlar canı ile cananı ile ne kadar çok mücadele vermişler. Kendi halkı ile kendini kurtaran bu şehrin önünde ceketimi düğmeliyordum. Geçmişi kadar görkemli geleceğe hazırlanan kutsal bir kent… Öpüyordum taşından toprağından… Avucumda biriktirdiğim duaları Sütçü İmamın mezarının başında okuyup, ders için ayrılıyorum kendimden, kentimden, düşüncelerimden…

Ders sonrası Ulu Cami’ ye gidiyordum. Tanıdık bir ikindi ezanı eşliğinde kendimi Ulu Cami’nin içinde buluyordum. Mis kokulu hacı amcaların yanında huzura durmanın eşsiz güzelliği sarıyordu bütün hücrelerimi. Birazdan bir seyyardan tatlı yiyebilirim.

Uzaktan bir annenin çocuğunun elini sımsıkı tuttuğunu gördüm. Sonra az ilerde seyyar satıcılar… Hemen orada duran Arasa Camii… Her gün kurulan pazaryeri… İkinci el eşya alanlar satanlar… Köy otobüslerinin hareket edeceğini bağıran muavinler… Bir yaşlı teyze iki büklüm haliyle bir köy otobüsüne binmeye çalışıyordu. Bir ceviz ağacı bütün bunlara el sallıyordu sanki. Bir incir ağacı olup bitenleri merakla izliyor gibiydi.

Şehrin bütün bu koşuşturmalarından sonra mor renkli bulutlar gelmeye başladı. Sanki bir ses büyük harflerle iniyordu kente. Sonrası yağmur… Bütün ihtişamı ile…

Güneş sessiz bir şekilde kayıp giderken dağların arkasında akşamın karanlığı yavaş yavaş çöküyordu sanki. Ben ise en ıslak ve en tekil kelimelerimle çoğul yalnızlıklarımın paylaşıyordum. Bir kalem ve bir kâğıt arasında kalmış sırlarımızı yazıyordum. Akşam olacak babalar eve dönecek, yarı çıplak hâlleriyle köy çocukları babalarını tozlu köy yollarında karşılayacaktı. Mutluluk iki kolun arasına sığmayacaktı. Ahır Dağı iki kolun büyüklüğü arasında küçülüp kalacaktı.

Sonra okumak için köyden kente gelen öğrenciler, hayallerini evimin önündeki parasız yatılı koridorlarının duvarlarına sıvayacaktı sanki. Ellerinde kitaplar ile öğrenciler umutlarını kitap aralarına bir tarla gibi ekecekti.

Akşamın efsunlu kokusunun yanında ben aslında ne aradığımı bilmeden, aradığım birşeylere satırlar yazıyordum. Gurbet bir is gibi içime sinmiş, ben gurbete sinmiştim. Müstakil evlerin sıcaklığından uzaklaşıp onca kalabalığa karışmama rağmen beni duymayan insanların arasından şehirlerin betonlarında sesim yankılanıyor. Ama bu ses kalbimin sesi olmalı. Acaba bu ses karanlıklarımı aydınlığa çıkarır mı acaba? İçim bir mahkûmların sığınağı ben ise bu mahkûmların müsebbibi si idim. Çoğu zaman kendimi karşıma alıp, yorgun günlerle sohbet ederdim. Bütün bunlarla beraber kursağımda beyaz bir sabahın ukdesi kalıyordu sanki. Zaman zaman kendimi harap olmuş bir değirmen gibi hissederdim. Tavanına baykuşlar yuva yapmış eski bir değirmen… Çocukluğumda mahallemizde vardı. İçerisinde kuşlar ve baykuşlar olurdu. Her gittiğimde içine girer gizemli bu yeri biraz gezer sonra çıkardım. Bunu niye yapardım bilmezdim. Kendimi biraz bu değirmene benzetirim. Belki kalbi viran olmuş bir kuş gibi ümitlerden bihaber yaşayıp gidiyorum. Sanki ellerim boşlukları tutuyor gibiydi. Gölgem benden kaçıyor gibi oluyordu.

Buğulu bir camdan dışarıya bakıyordum. Gözlerim mi buğulu yoksa baktığım pencerenin camı mı buğulu ayırt edemiyorum. Gözlerimden camlara bir soğukluk uzanıyor sanki. Sanki bir genç kızın eli göğe doğru uzanıyor ve resim yapıyordu. Bazen gidip kaybolasım var. Kendimi arama heveslerim var… Belki beni anlayan kelimler vardır. Dünyanın en sade sularında yıkanmış kelimler. Bir bardak çayın rayihasında kaybolurum belki de. Geçmişimi koyarım tabağıma. Kaybolurum belki bir bardak çayın engin uzantısında.

Sonrası rüyalarımda büyüttüm ben bu şehri. Zaman oldu kendimi kaybedip ruhum uçuvermiş şehirde. Kâh ara sokaklardan Trabzon Caddesine çıktım, kâh kalenin arkasında dolandım.Zaman geldi Tekke Mahallesinin dar sokaklarından geçtim Abdülhamit Han camisine gitmek için.

Ve bir zaman duydum ki bir garip bir acı rüzgâr esmiş Kahramanmaraş’ın bağrında. Şairin umutlarını götürdüğü gibi “bir gelin duvağından kopup gelen rüzgâr” almış götürmüş tüm şehri… Tüm şehri ve umutları.Yer büyük bir uğultu ile sarsılmış. Kar, mevsimine küsmüş, kuşlar ağaçlara…Edeler diyarında doğmamış güneş.

Ahır Dağı üzgün üzgün bakmış şehre çaresizce. Her yer bir defter gibi dümdüz olmuş.Arkadaşım, dili döndüğünce kenti anlatmaya çalıştı. “İbrahim kardeşim Türkoğlu diye bir yer yok “dedi. Konuşurken ağladı, ağlarken konuştu, ben burada utandım… Susturamadığım kalbim, dilime düğüm oldu dolandı.

Ey Sütçü İmamı kalbinde büyüten aziz şehir;

Ey gençlik zamanlarımda kalbimde demlenen coğrafya;

Ey o münbit topraklarda yaşayan, yaşamış güzel Anadolu’mun insanları;

                    Siz yerin altında üşürken, biz burada donduk. Siz ağladınız gözyaşlarınız bizden aktı. Siz üşüdünüz biz kan ağladık. İnsan utanır mı gülmeye? Utandık. Surat astık. İnsan arlanır mı çay içmeye? İçerken arlandık. İnsan çocuğunun başını okşarken insanın içi darlanır mı? Evetdarlandık. İçimiz çöl oldu. Ağzımızda bir metalik tat... Kelimeler toplayamadı harflerini. Çünkü hepsi yerin altında kaldı.
                    Yaşamak diyorum bazen… Üzerimde dar duran bir siyah ceket beni sıkan, yaşamak üzerimde bir karabasan var gibi. Yaşamak, imlası bozuk bir cümle, bu cümlenin ünlü kaybı gibi… Yaşamak, bir dünya kurmak yeşilden çalmak biraz… Mevsimin suçu yok, hüzünler bizi çok üşütüyor ve kalbimiz çok ağrıyor ve çok yaşlanıyor. Ey özgürlüğü bağrında muska gibi taşıyan aziz kent; hürmet ediyorum en taze acılarına…
                    Ama yine de yurdum insanının şefkati üzerime örtülen tozu üfledi. Bir tutam serinlik verdi bize. Bu aziz vatanın insanlarının külüne üflesen altından iman çıkıyor. Biliyorum hüznün, acının, kederin coğrafyası olmuyor. Bu acılar, hüzünler keşke barış ve sevgi getirse tüm dünyaya ve tüm insanlığa…Genci, yaşlısı, çocuğu; biz hepimiz birlikte daha güçlüyüz.
                    Öyle bir yere gelindi ki hiçbir sokağın adı yok, hiçbir cadde tanıdık değil. Her yerve herkes birbirine benzedi. Büyük binalar ile küçük evler aynı seviyede. Zengin-fakir aynı çadırda ve aynı ateşin etrafında… Kiracı ev sahibi yan yana… Anıyor ve anlıyoruz şimdi mülkün gerçek sahibini.Öğrendik ki bir günde yaşlanırmış insan, bir günde çökermiş kızının cansız elini tutarak. Bilinmez kaç yıl yaşlanır insan, yaşadıklarıyla. Salgında evde kapalı kaldık, depremde dışarıda kapalı... Anladık artık ne ev bizim ne de dışarı… Kapı numaraları kayboldu gitti. Ve biz kaybolduk gürültülü bir gecenin sabahında. Kapılar açılmadı bir sabaha, güneşe el sallanmadı o gün. Kavuşmalar kaldı başka bahara. Enkazda bulunan bir siyah-beyaz fotoğrafta hüzünler demlendi. Ne diyordu şair yine; Ey gönül, gidenden ümidini kes/ Kaçan bir hayale benziyor herkes/Sanki kulağıma gaipten bir ses/Buluşmalar kaldı mahşerediyor…Dönelim şimdi içimize, kalbimize… Peki,ne zaman, nasıl, hangi yolla?Allah’ım yönümüzü bulmamıza yardım et. Şaşırmış ve dağılmış haldeyiz. Kelimeler yitirdi anlamlarını. Tam başlarken bir şiire, tam ayrılırken bir şiirle…
                    Sonra enkazın altında onca saat kalıp çıkartılan siz çocuklar… Gülelim beraber sizinle. Siz güldükçe biz daha güzeliz. Siz, bizim umudumuzsunuz. Sen ey enkazdan çıkıp el sallayan ve gülen çocuk; görüyorum seni buradan. İnanıyoruz, omuzlarında büyüyen bu yük, geleceği yine sizin omuzlarınızda bize getirecek. Gelecek sizinle gelecek. Saçları beton arasına sıkışmış çocuk; şiirlerimde hep olacaksın. Seni de unutmayacağım. Elinde annesinin saçları kalan bebek; Annen senin için mi yaptı saçlarını bölük bölük. Şair bunu yazarken ilhamı annen miydi acaba? Yoksa ahirette anneni bu saç tellerinden mi tanıyacaksın sen? Onun için mi bir tutam aldın? Meleklerin kendisine yedirip içirdiğini söyleyen çocuk; Bütün tüylerimizi diken diken ettin. Sonra sen Hazal çocuk; hepimizin sevgilisi oldun. Hepten inanıyoruz sizi orada yaşatan rab, elbette en ekberdir.
                    Rabbim çok ağrıyan yanlarımız var, çok kanayan yaralarımız ve acılarımız…Rabbim seni gül diye koynumuza takıyoruz. Bizi soldurma.Bizlere kelimeleri toparlama gücü ver. İşitiyor, inanıyor, boyun eğiyoruz. “İzazülziletülarduzilzelaha.”Ey rabbimiz, ey sahibimiz; Ellerimizi bırakma. Rabbimiz, üstesinden gelemeyeceğimiz şeyleri boynumuza borç kılma. Bizi bağışla, ayıplarımızı ört ve bize rahmetinle muamele buyur. Senden yine sana sığınıyoruz. Rahmetini, şefkatini, merhametini üzerimizden eksik etme. Yanına aldıklarına rahmetinle muamele eyle. Üzerimize sabır yağdır. Amin. Amin. Amin…