Hayatın inişi ve çıkışı dünyamızı sararken, bahar zaman zaman kendini hatırlatmaya çalışıyordu dün. Aslında ne bahar gelmek istiyordu ne de kış gitmeyi düşünüyordu. Akşamların serin yağmur soğukları tüylerimizi tek tek ederken, gündüzleri güneşin muhacir ışıkları gözlerimizi kamaştırmaya yetiyordu.

  Nitekim rüzgarın yüzüme ipeksi ve kadifemsi dokunuşu ile beraber yorucu bir haftanın sonunda bu Pazar günüde kendimizi bir yere atmanın arayışı içinde idik. Sabahı selamla karşıladık. Evde kedimiz pati ile biraz oynayarak enerjimize sevinç katmaya çalıştık. Sitemize yeni taşınan komşuların telaşı bize yalnız olmadığımızı ve daha çok kalabalık olabileceğimizin izlenimini verdi. Neden se siteden kim ayrılırsa çok üzülüyorum. Tabi çok yakınlaşmanın getirdiği uzaklığı da burada vurgulamam gerekiyor. Çünkü onca telefon görüşmelerine rağmen insan insanı duymuyor bazen. Daha doğrusu duymazdan geliyor. Çok daha doğrusu duymak istemiyor. İnsanoğlu hep en son konuşan ben olayım istiyor.

            Verilen rızıklara şükür ve aza kanaat edip, yapılan kahvaltıdan sonra uzun soluklu içilen çaylar, ramazan ayında kendini özletmiş anlaşılan. Tekrar suyun ısıtılma ihtiyacı daha farklı bir şiir aslında. Özellikle demliğin dibinin görülme sevinci hiçbir yerde yok. Orada vazifenin tam anlamıyla yapıldığı vurgulamam lazım. Buraya kadar olan güzel bir gün için girizgâh aslında.

            Bundan sonrası ise Selçuklu ilçemizin Ankara yolu üzerindeki şirin bir köyü olan Eğribayat’ a şükür duası için gidecek olmamız daha farklı bir heyecan. Bizi götürecek olan beyaz araba evin önüne geldi ve bizi aldı. Büyük Camii önünde biriken insanlar grup halinde camiye giriyorlardı. Benim ise gözüm pencereleri saç ile kapanmış, küflü pencerelere takıldı. Bahçesi yoktu bu müstakil evin. Sanki önceki yıllarda cami lojmanı olma olasılığını artırdı bende. Çünkü caminin karşısındaydı. Etrafını yabani otlar kaplamıştı. Sıvaları dökülmüş bu ev öykü yazarı Zeynep Sayman’ın Uzakların Kokusu adlı kitabında geçen bir öyküyü anımsattı. Önce ilçe müftümüzün sohbetinden müstefid olduk. Şükür konusuna değindi. Müezzin Efendinin yaptığı itinalı müezzinliği ile namaz sonu verilen ikramlardan nasibimize yedik. Birkaç hal hatırdan sonra Eğribayat’a veda ettik.

            Bundan sonrası bizim için daha heyecan vericiydi. Konya’nın Ilgın ilçesinin Çiğil köyünde dağlardan gelen suyun böbrek taşlarını düşürmeden fayda sağlayacağı kanısı içimize işlemişti. Ama o suyu kaynağından içip, yola doğru, yani aşağıya kadar koşmamız gerektiğinin önemli olduğu söylentisi, herhalde hikayenin tatlı kısmı. Beyşehir yoluna girip 60 km sonra sağa doğru girdiğimizde bizi önce Derbent ilçesinin Çiftliközü köyü karşıladı. Yağmur bize belli bir süre arkadaşlık etti. Bütün her yer baharı karşılamanın heyecanı içindeydi. İlerde bir küçük köy sırtını dağa yaslamış kendini güven içinde hissediyordu. Köy, evin en küçük çocuğun babaya sırnaşması gibi oluyordu uzun uzun baktığımda. Sonra köy yollarında geçip Çiğil köyünü iki ayıran şirin bir dere kimseye aldırmadan akıyordu.

            Aslında akan su kadar ömürde akıyordu. Yıkılmaya yüz tutmuş evlerin duvarlarında bel fıtığına kesin çözüm yazıları, yol düşlerimin farklı bir halkası elbette.

            Neyse ki suyu bulmanın sevinci içinde elimizi yüzümüzü yıkadık önce serin sulardan. Bu suya ulaşmak için insanların ta Ankara’dan gelmeleri kalbimizdeki inanma duygusunu daha çok artırdı. Yorgun dağlardan gelen soğuk sular şifa olur diye ümit ettik. Dönüş vaktimiz yaklaşınca köyleri tek tek selamlayarak ana yola düştük. Yağmur, arkadaşlığımızın bitmediğini söyleyerek, yoldaşlığına biraz daha devam ettirmek istediğini söyledi. Evimize geldiğimizde günün yorgunluğu bütün vücudumuzda idi. Başımı yastığa koyduğumda gün film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Sizlerde başınızı yastığınıza koyduğunuzda, bir düş filiz yol alırken ruhunuzda, yarın için gerçekleşmesini ümit ettiğiniz hayaller gerçeğe dönüşsün inşallah… Size kuşların, kırların, doğanın selamını sunuyorum. Buraya kadar okumuşsanız size kocaman bir selamda benim yüreğimden…