Dikkat dikkat… Bu akşam Şafak sinemasında, iki film birden Tamer Yiğit - Yıldıray Çınar...

Eski pınarın hemen yanındaki yoldan geçen bir at arabasının üzerinde, iki sinema afişi eşliğinde elinde teneke bir megafonla bağıran kişi, rahmetli boyacı Sabri Akyıl'dan başkası değildi. 
1960'lı yılların başlarından itibaren adeta ithal edilen batı romantizmi ile birlikte hızlı bir şekilde büyüyen sinema sektörü, o dönemin insanlarını yaş farkı olmaksızın büyüleyici bir şekilde sarmıştı. 
Sinema bizler için bambaşka bir dünyaydı. Nasıl, nerede ve ne şekilde sunulduğundan haberimiz olmadan, asıl oğlan ve masum kız hepimizi inanılmaz derecede etkiler olmuştu. 
1970 li yıllara gelindiğinde ise bu sektör Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar yayılmış, birçok insana ekmek kapısı olmaya başlamıştı. 
Benim Karapınar'da tanıdığım ilk sinemacı ise rahmetli Mevlüt ALBAYRAK ve oğulları idi. Şimdiki yeni belediye iş hanının kuzeye bakan tarafındaki belediyeye ait olan ve zaman, zaman sosyal faaliyetler için kullanılan salon meşhur "Şafak" sinemasıydı.Daha sonraları ise şimdiki Halk bankasının olduğu yerde "Emek" sineması olarak devam etti. 
Bizler için en büyük sıkıntı ise sinemaya giriş parası bulabilmekti. Evi zar, zor geçindiren babalarımıza gidipte sinema harçlığı istemek pek mümkün değildi. Sinemaya gidebilmek için, ya mahallede "bilye " (misket) oynayıp üttüğün bilyeleri satacaksın, ya boya sandığın olacak ayakkabı boyayacaksın, yada o dönemdeki lakabına "bebe" denilen Memet ağabeyin gazozlarını satacaksın. Bizim için mahallede billa ütmek bir hayaldi. Çünkü mahalle arkadaşımız Alisan (Ali İhsan İnan ) müthiş billa oynar hepimizi sıfıra çıkartırdı. Değil sinema için para kazanmak, borçlanırdık bile…
Bundan dolayı, bir arkadaşımla üzerinde "Şen Boyacı" yazılı bir sandık bulduk ve ayakkabı boyacılığı yapmaya başladık. Kazandığımız paralarla da sinemaya giderdik. Çekirdek çitlemenin hatta gizli, gizli sigara içmenin serbest olduğu sinema salonunda önce eski sanatçılardan Suat Sayın, NeşeKaraböcek, GüldenKaraböcek şarkıları çalardı. Şarkıların hemen ardından patlayan "üç gong" sesi ise bizim için nefeslerin tutulduğu an demekti. 
Biraz sonra ya Yılmaz Köksal, ya Cüneyt Arkın ya Yılmaz Güney yada Tamer Yiğit ortalığı kırıp geçirecek öldürmediği insan kalmamasına rağmen gönüllerimizde taht kuracaktı. 
Hele birde filmin tam heyecanlı yerinde sesin kesilmesi yokmuya ! Salon ıslık ve bağırma ile durumu makiniste bildirirdi. 
-Makinist ses…
Bazen de film kopar, yeniden başladığı yerle koptuğu yer farklı olurdu. O zaman da fısıltılı sitemler ve "çat çat" sandalye kapağı sesleri eksik olmazdı. Sinema jönünün, zor durumdaki kızı kurtarmak için dörtnala at ile gittiği sahne varsa eğer bu durumda seyirciyi aşırı heyecan basar ve salondan;
-Yetişşşşşşşş !Sesleriyükselirdi. Kızı kurtardığı an ise içeri alkıştan adeta çınlardı 
Ortaokul dönemlerimizde ise, sinema bizim için üzerinde en çok çalıştığımız ders gibiydi. 
Çok nadirde de olsa güzel bir film geldiğinde dersten kaçardık. Durumu iyi bilen Okul Müdürümüz Seydi Ali Güneş, bizi yakalar, filmdeki kavgalara taş çıkartırcasına gereğini yapardı. 
Birde sinema salonunun okullar caddesi tarafına bakan kapısı vardı ki; evlere şenlik…
Paramızın olmadığı günler o kapının deliğinden filmi izlemeye çalışırdık. Biraz sonra o delikten ne geleceği belli olmazdı. İçerden ya sigara dumanı üflenir ya da tel gelirdi. Bundan kurtulmanın tek çaresi de, iki elimizi yumarak gözümüze siper edip, kapı deliğinden oldukça uzak bir mesafeden filmi izlemeye çalışmak olurdu. 
Sinemanın hemen önünde kuruyemiş satan dünya tatlısı Arif Ağa, daha sonraları sinema giriş salonunda kuruyemiş satan İbrahim Bayır, sinema kapısında bilet kesen Musa (a) , Yılmaz (a) , Mevlüt(a) nın oğulları, Ziya, İsmet(a) ve Muzaffer (a) , bizim için unutulmaz simalar olarak hafızamızda kaldılar. 
Ne zaman 1976-1977 yıllarında Karapınar televizyona kavuştu; İşte o zaman tüm Türkiye'de olduğu gibi Karapınar dada sinema sektörü yok olma yolunda şekil değiştirip "gayri ahlaki" batağında eridi gitti.
______________________
Mehmet ELMAS / Mekeboyu