Bugünkü durumun anlaşılmaması üzerine bir yazı yazmak istiyorum. Aslında konuyu temelde açıklayan bir anekdot vardır.
Bilindiği üzere 1980’li yıllardan itibaren başını Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın çektiği bir özelleştirme furyası vardı. Sokaktaki vatandaşa sorduğun zaman kesinlikle özelleştirmeden yanaydı. Onlara göre Devlet Kurumları, Devlet’in üzerinde bir yüktü. Ama her ne hikmetse özelleştirmeden yana olanlar aynı zamanda kendilerini ya da çoluğunu çocuğunu bir Devlet Dairesine işe sokmak için TBMM kapılarını aşındırırdı. “Özelleştirme yapılsın ama benim çocuğum Devlet işinde olsun” mantığı vardı.
Yani bizim olaylara bakışımız genelde hep kendi şahsi çıkarlarımız doğrultusundadır. “Benim şahsi çıkarıma dokunma da ne yaparsan yap.” anlayışı kimseye fayda getirmez. Ancak Devlet menfaatine olacak her şey herkese bir fayda getirir. Dolayısıyla herkes şahsi menfaatinden önce Devlet menfaatini savunursa inanın herkes bundan çok daha fazla faydalanacaktır.
Şimdi bu doğrultuda bir değerlendirme yapalım istiyorum. Sizden ricam bu yazıyı okurken tamamen objektif olun. Şu parti veya bu parti diye ön yargıda bulunmayın. Hatta mümkünse partileri kafanızdan atın öyle okuyun. Bendeniz de herkesin anlayabileceği, sade bir şekilde anlatmaya çalışacağım.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 2017 Anayasa Değişikliği Referandumu ile “kapitalist” bir ülke olma yolunda sistemini değiştirmiştir. Yani 2017’de değiştirilen maddeler “liberal” bir değişikliktir.
Şimdi bunu böyle düşündüğümüzde aslında normal olanı Türkiye’deki solcular ve liberaller bu anayasa değişikliğini desteklemeli; milliyetçi ve muhafazakâr kesimler de bu değişikliği desteklememeli idi. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da ülkemizde tam tersi olmuştur. Yani solcu ve liberaller değişikliğe “hayır” demiş, milliyetçi ve muhafazakarlar da “evet” demişlerdir.
Dolayısıyla Türkiye artık Avrupa’da olduğu gibi bir liberalleşmeye yönelecekti. Ve bunu yapmaya başladı. Tabii ki bu durum aynı zamanda önceleri olduğu gibi ABD’nin talimatlarıyla Devlet’i yönetme durumundan çıkarılmasını da gerektiriyordu. Zaten 2010’lu yılların başından itibaren ABD emperyalizminden kopmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ABD’nin her türlü yaptırımına direnmiş ve de en son ABD’nin FETÖ saldırısına da en büyük direnişi sergilemişti.
Tabii ki “ABD’nin yörüngesinden çıkmak” isteği, yanında çeşitli büyük sıkıntıları da getireceği ortadaydı. 2000 - 2010 yılları arasındaki refah; Türkiye’nin ABD’den bağımsız hareket etme çalışmalarıyla tabii ki ortadan kalkmıştı. ABD her ne kadar resmi olarak ambargo uygulamıyor gözükse de gayri resmi olarak her türlü baskıyı kurmaya çalışıyordu. Bu baskılardan yılmayan Devletimiz kendi aldığı kararlarla ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti çıkarları doğrultusunda ilerleme planlarını uyguluyordu. Yani artık ABD çıkarları bizi değil kendilerini ilgilendirirdi.
Burada şunu belirtmeliyim ki yukarıda yazdığım her bir cümle için aslında bir makale yazılması gerekebilir ama ben en kısa ve özet halini burada yazıyorum.
Ve nitekim 2017 Anayasa değişikliği ile yönümüzü tüm dünyaya göstermiş olduk. Ama tabii ki bu sistem değişikliğinin illaki getirdiği ve götürdüğü şeyler olacaktı.
Ülkede üreticinin ürettiği malın değeri çok düşüktü. Bu yükseltilmeliydi. Ama aynı zamanda vatandaşın alım gücü de çok düşüktü o da yükseltilmeliydi. Ve de tüm bunlar için çok fazla paraya ihtiyaç vardı. Bir de buna Pandemi ve de ardından bir de dünyanın gördüğü en büyük afetlerden biri olan Maraş depremini ekleyince gerekli olan para katbekat arttı.
Tüm bunlara rağmen toplumun tüm katmanları bir şekilde göz ardı edilmedi. Üreticinin ürettiği ürün değerlendirildi. Mesela yumurta üreticileri ilk kez ürettiği yumurtadan para kazanabildiğini söyledi.
Üretilen malın değeri artacak muhakkak ki ama aynı zamanda alım gücü de artması lazımdı. Asgari ücretin 17 bin TL’ye çıkartılması mesela sanayideki çalışan maaşlarının 25 bin TL’den aşağı olmaması bu yazdıklarımın birer girişimiydi. Şimdi bunu okuyan dostlardan muhakkak güncel ekonomiden bana örnekler gösterenler olacaktır ama buradan hemen cevaplayayım ki yorulmasınlar. Burada ekonominin iyiliğinden falan bahsetmiyorum. Ancak gidilen yolun liberalleşmeye uygun olduğundan bahsetmeye çalışıyorum.
Daha önce örnek olarak yazmıştım bir kez daha yazayım. Bizim çocukluğumuzda gurbetçi akrabalarımız Avrupa’dan geldiklerinde oradaki durumları anlatırlardı. Avrupalı bir vatandaşın markete gittiğinde marketten adetle elma-portakal vs. aldığını söylediklerinde biz gülerdik. “Öyle şey mi olur, elma, portakal, domates vs. gibi şeyler bizde kasalarla, çuvallarla falan alınır” diye düşünürdük. İşte geldiğimiz aşamada biz de o sisteme doğru yürümekteyiz. Aslında anlatmaya çalıştığım özetle bu.
Ekonomik gidişat belki can acıtıcı ancak seçtiğimiz yol itibariyle tutarlı. Tabii ki yeni sisteme alışmak biraz zor ve sancılı olacaktır. Ama Menderes’ten başlayıp, Demirel’le devam eden ardından Özal, Çiller ve Mesut Yılmaz’ın hedefinde olan durum şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılıyor.
Kapitalizm yerleşmeden sosyalizm olmayacağını düşünen solcuların; ANAP’ta, DYP’de liberalleşmeyi isteyen merkezcilerin desteklemesi gereken bir sisteme evriliyoruz. Ancak her ne hikmetse en çok itiraz da kendini solcu olarak veya liberal olarak tanımlayanlardan geliyor.
Aslında bu konuyu iyi anladığımız zaman Devlet’in çıkarlarını korumak adına en büyük adımı atmış olacağız.
Şunu biliyoruz ki ABD emperyalizmi gerek dini cemaat ve tarikatları, gerekse içinde milliyetçi duygu olmayan, her meslekteki ABD işbirlikçilerini kullanmaya devam edecektir. Bilinçli olduğumuz takdirde bu iki kesimi de dikkate almama şansımız olacaktır ve işte asıl Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ndeki büyüme ivmesi o zaman atağa geçecektir.
Dostlukla kalın.