Artık seçimde son haftaya girdik. Herkesin kime oy vereceği konusunda fikirleri tam net olmasa da üç aşağı beş yukarı belirlenmiştir.


Aslında burada en çok merak ettiğim konu oy verecek vatandaşların oy verecekleri ismi ve partiyi belirlerken ortaya koydukları kıstas nedir? Acaba şahsi olarak "benim şu işim yapılmadı, bu işim olmadı, falanca vekil bana selam vermedi, filanca partili bana kaşını eğdi" gibi "arabesk" kıstaslar mı? Yoksa "ülkemin bağımsızlığı için, barışı için, refahı için, gelişmesi için, muasır medeniyetlere ulaşması için kim neler yaptı" şeklinde kıstaslarla mı? İşte bunu çok merak ediyorum.
Bu seçimler bana aslında 1991 seçimleri öncesini hatırlatıyor. O zamanın sosyal demokrat partisi SHP çok büyük bir ivme yakalamıştı. Genel Başkan Erdal İnönü'nün "limon gibi sıkacaklar" sloganı iyi tutmuştu. Konya'da bile SHP bürolarına büyük ilgi vardı. Şimdikinden tek farkı o zaman SHP tek parti olarak ve kendi partisinin sosyal demokrasi ilkelerini savunarak, popülizm ve ilkesizlik olmadan seçime girdi.
Yani şöyle açıklayayım; "Düşmanımın düşmanı dostumdur" mantığıyla girişilen birliktelikler ilkesiz birlikteliklerdir. Bunun yakın tarihteki en güzel örneklerinden birisi İran Devrimidir. İran Devrimini sağ ve sol unsurlar beraber yapmışlardır. Sağ grup demiştir ki; biz sol gruplardan destek alalım devrimi yapalım sonra sol grupları yeriz, devrimin adını koyarız. Sol gruplar da aynı düşünceyle; sağ gruplarla ortak olalım devrimi yaptıktan sonra onları yeriz, devrimin adını koyarız, diye düşünmüşlerdir. Sonuçta ilkesizlik neticesinde yapılan devrimle iki grubun da düşmanı olan Şah yıkılmış ama İran devrimi gerici bir devrim olarak tarihteki yerini almıştır. Sol grupları "yiyen" sağ gruplar da devrimin adını "şer-i devrim" olarak koymuşlardır. Yani burada şunu iyi anlamak gerekir; "ilkesizliğin sonucunda ortaya ilke çıkmaz".

Yine yakın tarihimize bir gidelim. Kasım 1996 tarihinde, CHP'nin de yoğun muhalefetiyle Susurluk, çete, gayrimeşru ilişkileri ortaya çıkan İçişleri Bakanı Mehmet Ağar görevini Meral Akşener'e devretmişti. Meral Akşener'in 11 Kasım 1996'da görev değişimindeki ilk açıklaması "Ağar'ın yükselttiği çıta aşağı düşürülmeyecektir" olmuştu. Ve şöyle devam etmişti: "Ağar'ın başlattığı tüm çalışmalar sonuçlandırılacaktır".
Hatta Meral Akşener'in bakanlığı konusunda Merhum Bülent Ecevit'in güzel bir fıkrası vardır: "Türkiye öyle bir ülkedir ki sokaktan hiç tanımadığınız bir insanı durdursanız "Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrasının akşam konseri var. Ancak başkemancı hasta onun yerini alır mısınız, deseniz çok şaşırır, ben kemancılıktan anlamam, der. Ama aynı kimseye, Ticaret Bakanlığı boşaldı seni Ticaret Bakanı yapalım, deseniz hemen kabul eder." Diye anlatır.
Ak Parti'nin kurucularından ve uzun süre Dış İşleri Bakanlığını yapan ardından partinin genel başkanlığına ve başbakanlık görevine getirilen Ahmet Davutoğlu için Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Cumhuriyet tarihinin en kötü dış işleri bakanı" lafını sanırım siyaseti takip edenler hatırlayacaklardır.
Yine Kemal Kılıçdaroğlu'nun "iktidara geldiğimizde yargılayacağız" dediği, Ak Parti'nin ekonomi kurmaylarından ve ekonominin uzun süre başında bulunmuş bakanı Ali Babacan'a tabii ki Silivri savunucusu Sadettin Ergin'i de eklemek gerekir sanırım.
2 Temmuz 1993'ten beri sadece CHP'lilerin değil bilhassa tüm solcuların ve Alevilerin Sivas Katliamından sorumlu tuttuğu dönemin belediye başkanı Temel Karamollaoğlu konusunda Aziz Nesin gibi aydınların düşüncelerini sanırım herkes hatırlamaktadır. Gerçi "o kışkırtma konuşmasını yapan Temel Karamollaoğlu değil belediye meclisinden ona benzeyen bir zatmış" açıklamalarını hepiniz duymuşsunuzdur ama tabii ki "yersen".
Şimdi bu saydığım 4 isim; Meral Akşener, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu ve Temel Karamollaoğlu sadece "düşmanımın düşmanı dostumdur" ilkesizliği çerçevesinde bir araya geldiler. Bunların ortak amacı iktidarı sandıkta yenmek. Peki, sonra ne olacak? Ahmet Davutoğlu'nun bir TV programında söylediği gibi anlaşmazlık çıkarsa "kaos" mu olacak?
İyi Parti daha önceleri açıklıyordu: "Biz CHP ile güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönmek için işbirliği yapıyoruz" diye. O zamanlar, iktidarı alır almaz hemen güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçileceğini beyan ediyorken, şimdilerde en az 2 seneye ihtiyaç olduğunu, hem İyi Parti hem CHP cephesinden belirtiyorlar.
Peki, CHP'liler Ali Babacan'ın ekonomik sistemini, Ahmet Davutoğlu'nun uluslararası ilişkiler politikalarını, Temel Karamollaoğlu'nun içişleri ve sosyal politikalarını nasıl değerlendirecekler? CHP'liler hadi milliyetçiliği ve Atatürkçülüğü bırakıp sosyal demokrasiyi seçtiler. Ama en azından CHP'nin diğer ilkelerine sahip çıkmayacaklar mı?
1992'de kurulan CHP sosyal demokrat değildi. Atatürk'ün kurduğu CHP zaten sosyal demokrat hiç olmadı. 2010 yılından itibaren adım adım sosyal demokratlaştırılan CHP'nin HDP çizgisine getirilmesi gerçek CHP'liler tarafından nasıl kabul edilebilir?
Bunların hepsine gelen cevap şöyle "bu seçim köprüden önceki son çıkış" seçimiymiş. Benim hatırladığım kadarıyla 1991 seçimleri için de ANAP konusunda söylenirdi bu. 1995 seçimlerinde RP iktidara gelirse ülkenin şeriata geçeceği laikliğin elden gideceği söylenirdi (Hoş, şimdi o RP'nin devamı ile ortak olundu). 28 Şubat sonrası 1999'da bu sloganın kullanıldığını hatırlamıyorum. 2002'de de işin doğrusu hatırlamıyorum. Ondan sonraki 2007 ve sonrası tüm seçimlerde bu slogan kullanıldı.
Bu seçimi kim alırsa alsın bu ülke hiçbir yere falan gitmez, kimse merak etmesin. Bu ülke "ilelebet payidar kalacaktır". Siz sadece şuna karar verin; ABD ve AB'nin isteklerini yerine getirerek mi yoksa ülkemizin çıkarları doğrultusunda hangi dünya ülkesiyle işbirliği yapmamız gerekirse onunla işbirliği yaparak mı payidar kalacağız?
Dostlukla kalın.