NEREDEN ÇIKTI BU TÜRBAN KONUSU

Çok uzun bir zaman öncesi değil 1990’lı yılların başlarından bahsediyorum. Üniversite yıllarında Konya Selçuk Üniversitesi’nde Fen-Edebiyat Fakültesi’nde “kara çarşaf” giyen arkadaşlarımızla beraber okuduk. Bakın “türban” takan demiyorum, “kara çarşaf” diyorum. Ve hiç kimsenin kimseden bir rahatsızlığı falan da yoktu. Sonra birden 1990’lı yılların ikinci yarısında “İmam Hatip okullarını kendilerinin arka bahçesi” olarak gören bir siyaset türedi. Bunun karşılığında üniversitelere girişte baş açma zorunluluğu geldi. Ardından bu siyasetin lideri Başbakan Erbakan’ın “rektörler türbana selam duracak” sözüyle Türkiye’de bir “türban/başörtüsü sorunu” peydah oldu.

Bu sorun 21. Yüzyıl Türkiye’sinde bilhassa son zamanlarda artık sorun olmaktan çıkmıştı. Yani hiç kimse “bu türbanlı, bunun saçı açık, bu çarşaflı” falan diye düşünmez olmuştu ki, Birden CHP Genel Başkanı “gelin türbanla ilgili kanun çıkaralım” diye ortaya çıktı. Ve tekrar türban konusu gündeme geldi.

Tabii burada iki konu var değerlendirilmesi gereken. Birincisi Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’lilerin katılmadığı ama Kılıçdaroğlu’nun kendisince ortaya attığı “barışmak” gibi, “özür dilemek” gibi politikaların devamı olarak “türban” konusunda da hem bir özür hem de muhafazakar vatandaşla barışmak düşüncesiyle ortaya atılmış olabilir. İkincisi de her seçim öncesi muhafazakar kesimin ortaya attığı ve bundan siyasi rant elde etmeye çalıştığı türban konusunu daha önce davranıp, seçimlerde muhafazakar kesimin siyasi rant elde etme avantajını elinden almış olması olabilir.

Konu ne olursa olsun vatandaşın “türban” diye bir sorununun ve de kaygısının olmadığı ortadadır. Bu sorun ve kaygı aslında sadece siyasilerin sorunu ve kaygısıdır. Artık bu kanunla mı olur, Anayasa ile mi olur, nasıl olacaksa olsun ve 21. yüzyıl Türkiye Cumhuriyeti’nde vatandaşlar türban konusunu seçim önceleri tartışmaktan kurtulsunlar.

TÜRK TABİPLER BİRLİĞİ (TTB) NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR

TTB Başkanı terör örgütünün “yayın organı” gibi çalışan bir televizyona çıkıyor ve orada Kahraman Ordumuzun PKK terör örgütüyle mücadelede “kimyasal silah” kullandığını söylüyor. Bu hanımefendi yine PKK terör örgütünün “sözde yayın organlarından” birinde teröristlerin ölüm görüntülerini izleyerek bu konuda fikir sahibi oluyor. Yani tabiri caizse görüntülere bakarak teröristlerle “konsültasyon” yapıyor. Ve bu kararı veriyor. Bunun üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri cevap veriyor: “Bizim envanterimizde kimyasal silah yoktur” diye.

Şimdi TTB Başkanı gözaltına alınmış ve yargılanacak. Ama bunun hiçbir önemi yok ki. Yani bir vatandaşın vatan, millet, ulus, devlet sevgisi öyle yasayla, kanunla, cezayla falan olmaz ki. Her şeyden önce insanın içinde vatan sevgisi, millet sevgisi olacaktır. İnsanda vicdan olmalıdır. Yani hangi inanış, hangi ideoloji, hangisi siyasi tavır, vatan sevgisini dışlayabilir. Bir de bunun üzerine iftira atabilir? Bunu açıklayabilecek bir fikir olamaz…

Tüm bu olayların üzerine TTB yönetimi(kendileri merkez konseyi diyorlar) bir açıklama yapıyor “Dr. Şebnem Korur Fincancı, yalnız değildir, onurumuzdur!” diye. Ve de “Şebnem Hoca ile gurur duyuyoruz” diye internet sitelerinde başlık atıyorlar. Yani “biz de öyle düşünüyoruz” demekten başka nasıl bir anlamı vardır bu açıklamanın?

Ne yazık ki ülkesinden, milletinden amacından kopuk bir birliğin ne üyelerine ne de ülkeye bir faydasının olacağını düşünmek çok da doğru bir düşünce olmayacaktır. TTB’nin bu tavrını bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak sonuna kadar kınamak gerektiğine inancım sonsuzdur.

“DİL BİLİMCİ” MAHİR ÜNAL

Genelde muhafazakar kesimde böyle bir algı vardır. Yani sanki Osmanlı devrinde Anadolu halkı büyük bir refah içerisinde, eğitimini, sağlık hizmetini, diğer sosyal hizmetleri sonuna kadar alan bir halkmış gibi algılanır. Osmanlı döneminde padişahlar çok iyi eğitim almış, diğer dillere hakim, fen ve bilime hakim, sanatla uğraşan kişilerdir. Buna kimse itiraz edemez. Ancak saray dışına çıkıldığında böyle bir eğitim, böyle bir sanat düşkünlüğü, bilimsel çalışmalar gibi şeyler söz konusu bile değil. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine baktığımızda Anadolu’daki öğretmen sayısı, doktor sayısı, eczacı sayısı, çok çok yetersizdir. Dünya Savaşı öncesinde okuryazar oranı yüzde 20’lerdeydi. Donald Quataert'a (Hollanda asıllı, Amerikalı Osmanlı ve Orta Doğu tarihçisi, akademisyen) göre 19. yüzyıl başlarına kadar okuryazarlık oranı %2 ila %3 arasındaydı ve bu oran 19. yüzyılın sonunda ancak %15'e gelebilmişti. Kısacası aslında Cumhuriyet öncesi için saray dışındaki yaşam öyle çok da refah içerisinde falan değil.

Bu algıya bağlı olarak biraz da sanırım muhafazakar tabana sempatik görünme çabasıyla Ak Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal “Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, düşünmemizi yok etmiştir” diye bir açıklamada bulundu.

Daha önce de birkaç kez yazılarımda paylaşmıştım. Ak Parti’ye, Ak Partililerden daha iyi muhalefet yapan yoktur. Cumhur İttifakı’nın ortağı MHP’nin Lideri Devlet Bahçeli’den hemen bu açıklamaya cevap geldi. Bahçeli "Bugünkü Türkçe’mizle düşünce oluşturamayacağımızı söylemek gerçekleri çarpıtmaktır, nesnel gelişmelere aykırıdır, dilimizi karalamaktır, nihayetinde özgüven eksikliğidir” dedi. Ardından Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik sosyal medya hesabından “Cumhuriyetimiz ve demokrasimiz milletimizin büyük tarihi içindeki en büyük kazanımlarımızdandır. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. Cumhurbaşkanımızın sık sık vurguladığı gibi, Cumhuriyetimizin kazanımlarını korumak ve daha ileri ufuklara taşımak için çalışmaya devam edeceğiz” diyerek Mahir Ünal’ın açıklamasına katılmadıklarını belirttiler.

Görünen o ki, seçimler yaklaştıkça kendisine listelerde yer bulma konusunda endişeleri olanların tabanın hoşuna gidecek ancak partisinin politikası olmayan durumları gündeme getirmelerine çok şahit olacağız.

Ancak ne denilirse densin ama en azından Türk tarihine yalan ve iftira katılmasın o yeter. Yalan ve iftira ile Cumhuriyet tarihine saldıranlar zaten cevabı kendi partisinden bile almak durumunda kalırlar.

Dostlukla kalın.