Gelişmemiş ülkelerde genelde iki konu, toplumun her kesimi tarafından bilinir(!) Bunlardan birisi futbol diğeri politikadır.

Bu tür toplumlarda herkes futboldan anlar hatta tek anlamayanlar teknik direktörlerdir. Politika da bu tür toplumlarda herkes tarafından uzman olunan bir konudur. Herkes birer parti genel başkanıdır. Hatta böyle ülkelerde yüzlerce parti kurulması gayet doğal bir sonuçtur.

Hani Albert Einstein’a atfedilen “Cehalet ne güzel şey; her şeyi biliyorsun” sözü vardır ya bu tür toplumlar, tam da bunun örneğini oluştururlar. O nedenle de farkındaysanız ülkemizde lider, siyasetçi, devlet adamı hatta diplomasi bilen şahıs bile yetişmiyor.


Toplum ne kadar manipülasyona açık olursa o kadar kolay ikna edilir. Bunun için bir demagog yeterlidir aslında. Bu demagog kitleleri arkasından sürükler. Hiç kimse ne yapıldığına, nasıl yapıldığına, ne amaçla yapıldığına bakmaz bile. Böyle toplumlar yönetim konusunda dış etmenlere de çok açık olur. Ondan sonra bir bakarsınız siz kendi kendinizi yönettiğinizi düşünürken aslında başkaları sizi ele geçirmiş bile...

Ülkemizde yakın siyaset tarihimizde “lider” olarak değerlendirilen politikacılar hep belirli bir kırılma noktasından sonra ortaya çıkmıştır. Çünkü bu kırılma noktaları vatandaşın manipülasyonlara açık olma durumunu da beraberinde getirmiştir.

Mesela ülkemizde çok partili siyasi hayata geçişimiz bir kırılma noktasıdır. Ve hemen bu kırılma noktasının ardından Adnan Menderes toplumun öncüsü olarak hatta “lider” olarak değerlendirilmiştir. 10 yıl kadar ülkeyi yönetmiştir. Bu süre içerisinde, “küçük ABD olmak” gibi bir izlenim yaratılmış. “Her mahallede bir milyoner” mantığı geliştirilmiştir. Tabiri caizse aslında “Amerikancı bir Türkiye” insanlara gösterilmiştir. Ancak vatandaş işin bu taraflarıyla hiç ilgilenmemiş bile ve Hükümet önüne ne getirdiyse onay veren bir vatandaş tipi oluşmuştur.

12 Eylül darbesi malumunuz olduğu üzere yine ülkemizde bir kırılma noktasıdır. Ve hemen ardından, hatta ardından değil darbeyle aynı zamanda Turgut Özal’ı “lider” çıkarmıştır. Turgut Özal’la Adnan Menderes arasında, zaman değişkenini eşitlediğimiz takdirde oldukça benzer çalışmalar görebiliriz. Menderes zamanında, dış destekler yol ve inşaat işlerine yönlenmişken, Özal zamanında bu dış destekler, hatırlayanlar olacaktır, turizme doğru yönlenmişti. Hatta “turizm patlaması” sloganlarını sanırım hatırlıyorsunuzdur.

O dönemde Özal da “kudretli” bir yönetici olarak vatandaşın sorgulamadığı her hâlükârda destek verdiği bir “lider” görüntüsü vermişti.

Liberalleşme çalışmaları Özal döneminde kuvvetli bir biçimde başlatılmıştı, sistem değişikliği hedeflenmişti ancak Özal bu konuda başarılı olamamıştı.

Ta ki “Derviş yasalarının” sahibi Kemal Derviş’in ülkeye “ABD memuru” gibi gelmesi ve o dönemdeki gelişmeler de bir kırılma noktası oluşturmuş sonuçta 2002 seçimleri hazırlanmıştır. Burada diğer kırılma noktalarından farklı olarak 2 lider ortaya çıkmıştır.

Tabii ki bunun değerlendirmesi için de 1995’lere gitmek gerekir. O dönemin güçlü iktidarı RP iktidarı ve lideri Erbakan’dır. Bu iktidarın kalması engellenmiş ve bu partinin içerisinden, Menderes-Özal çalışmalarını yürütebilecek Abdullah Gül liderliğinde “yenilikçiler” hareketi ortaya atılmıştır. Ama buna sonradan bir de İstanbul Belediye Başkanlığı ile halk desteğini yükselten Tayyip Erdoğan ismi eklenmiştir. Burada iki “lider” isim ortaya çıkmıştır ve bu iki “lider”in mücadelesinden başarılı çıkan, Menderes-Özal çalışmalarını devam ettirecektir. Abdullah Gül rahattır çünkü Erdoğan’ın “siyasi yasaklı olması” önünü kesmiş durumdadır. Ama sonraki süreci biliyorsunuz, Erdoğan’ın seçim yasağının kalkması Abdullah Gül’ün rekabeti kaybetmesine yol açmıştır. 14 Mart 2003’ten itibaren Menderes ve Özal çizgisindeki çalışmalara Başbakan Erdoğan devam etmiştir.


Bu üç durumda da ortak nokta aslında vatandaşın tutumudur. Yani düşünsenize bir Kurtuluş savaşı verilmiş. Bu Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarından İsmet Paşa, halk tarafından o kadar sevilip, taltif edilirken; bu sevgi ve taltif bir anda unutulup Adnan Menderes’e yönlenmiştir.

Aynı şekilde 12 Eylül öncesi halk tarafından “canını verecek kadar çok sevilen” Alparslan Türkeş, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel gibi parti liderlerine 13 Eylül günü sırt çevrilmiştir.

Milli Görüş camiasının neredeyse “şeyh” olarak gördüğü Erbakan Hoca’ya karşı “Yenilikçiler”in lideri konumundaki Abdullah Gül ve devamında da Recep Tayyip Erdoğan rekabeti kazanmıştır. Vatandaş “üç gün önce” arkasından koştuğu Erbakan Hoca’ya “üç gün sonra” sırtını çevirmiştir.

İşte buradaki dinamikleri iyi görmek gerekir. Vatandaş milli duygulardan, kültürden, bilgiden, birikimden, çağdaş gelişimlerden bihaber olursa manipülasyondan etkilenmesi de çok kolay olacaktır. Ve nitekim de öyle olmuştur.


Eğer emperyalizm bir halkı etkilemek isterse, onunla ilgili öyle çalışmalar yapıyor ki ardından o halk, Arabistanlı Lawrence denilen, ajanı “şeyh” yaptığı gibi, abuk sabuk kararlar alabiliyor.

Burada “halk ne isterse o olur” gibi bazı itirazları tahmin edebiliyorum. Ancak öyle “halk dalkavukluğuna” falan gerek yoktur. “Halk dalkavuklukları” Devleti içinden çıkması güç sonuçlara götürebilir. Emperyalist güçler bir bakarsınız daha önce hiç tanımadığınız kişiyi öyle bir parlatır ki, ardından nasıl olduğunu anlamadan o kişinin etkisine girersiniz.

Bilhassa son 10 yıldır Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu tür manipülasyonlara karşı koymayı başarmış ve bu konuda çok önemli adımlar atmıştır. Halk da bundan olumlu etkilenip, “halk dalkavuklarına” karşı koyabilirse inanın ülkeyi çok daha güzel günler beklemektedir.

Dostlukla kalın.