Bugün genelde yapılan bir yanlıştan bahsetmek istiyorum.

Genelde gelişmemiş toplumlarda "toptancı" bir yaklaşım vardır. Yani "bir kişi kötüyse hep kötüdür, onun iyi olma ihtimali yoktur" diye düşünülür. Halbuki tarih, bir sosyal bilimdir ve olayları bugünün koşullarına göre değil, yaşanan günün şartlarına göre değerlendirmelidir. Tarihi olaylar değerlendirilirken o dönemin siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik ve coğrafi özellikleri dikkate alınarak değerlendirilir. Eğer bugünkü şartlarla, geçmişi yorumlamaya kalkarsanız yanlışa düşebilirsiniz.
2001 yılında Ak Parti kurulduğundaki şartlarıyla şimdiki şartları arasında dağlar kadar fark oluşmuştur. Kuruluş aşamasında vatandaşlar olarak tasvip etmeyeceğimiz destekler Ak Parti için kullanılmıştır. Ak Parti kadroları sonradan FETÖ ile iltisaklı birçok ismi barındırmıştır. 2010'dan sonra bilhassa 2013'ten itibaren bu kadroları partinin dışına atmaya çalışmıştır. 2002'deki de 2010'daki de kurumsal olarak aynı Ak Parti'dir. Ama önceki durumda nasıl hatalı olduğunu yazıyorsak, sonraki durumda da doğru bir çizgiye oturmasına destek vermek gerekmez mi?
CHP'de de aynı durum söz konusu olmuştur. 1992'de kurulan CHP, Atatürkçü sol çizgisinden çıkmış, oportünist-sosyal demokrat bir çizgiye gelmiştir. Hatta bu süreç içerisinde Atatürkçü üyelerini de parti dışına itmiştir.
Nasıl CHP'yi 1992-2010 ve 2010-2023 arası diye ikiye ayırıyorsak; Ak Parti'yi de 2001-2015 ve 2015-2023 arası olarak ikiye ayırarak değerlendirmeliyiz.
2015'ten önce Ak Parti'de "Avrupa'nın marketi" olmaya hevesli bir yönetiliş vardı. Hayvancılık üretimi geriletildi. Tarım ürünleri geriletildi. Süt üretimi geriletildi. Kısacası üretim geriyle çekilmeye çalışıldı. Ama bunun hata olduğunu gören Ak Parti'de, bilhassa 2015'ten sonra üretime dönülmeye başlanıldı. Tarımda, hayvancılıkta üretim için çaba sarf edilmeye tekrar başlandı. 2015'ten önce köyleri bitirmek, şehirleri şehir kültüründen arındırarak, köyleştirmek gibi çalışmalar yapılırken bunun da ülkenin zararına olduğu anlaşıldı ve 2015'ten sonra şehirde yaşayan insanların köylerine geri dönmeleri için köylerin kalkındırılması çalışmaları hız kazandı.
Daha önceleri ABD'nin desteklediği ve yetiştirdiği Gülen cemaatiyle işbirliği içerisinde olan Ak Parti'de, bilhassa 2015'ten sonra FETÖ ile mücadele başladı. 15 Temmuz'a değinmiyorum bile. Zaten FETÖ ile mücadelenin neticesinde 15 Temmuz'da düzenlenen kalkışmanın olması kaçınılmazdı.
Daha önceleri PKK ile açılım yapmaya kalkan Ak Parti'de 2015'ten sonra PKK ile mücadele başladı -ki şimdilerde bu mücadelenin sonuçları alınmaya başladı bile-, PKK'nın kökünü kazımaya kararlı bir Ak Parti oluştu.
Tabii ki burada PKK ve FETÖ dediğimizde bunun arkasında ABD'nin ve Emperyalizmin olduğunu artık bilmeyen kalmadı. Dolayısıyla burada Ak Parti Hükümetlerinin bilhassa 2015'ten sonra verdikleri savaşın Emperyalizme karşı olduğunu belirtmekte kesinlikle yerinde olacaktır. Aslında ekonomimizin geldiği durumda ne kadar büyük mücadeleler verildiği de ayrıca değerlendirilmelidir.
Şimdi bu yazıyı okuyan Ak Partili bu yazdıklarımdan memnun olmayacaktır. 2002'den itibaren ne kadar milliyetçi ve ABD karşıtı olduğundan falan bahsedecektir ama bunun doğru olmadığını açıkça belirteyim. Daha önceleri "milliyetçiliği ayaklar altına alan" bir Ak Parti varken şimdilerde gerçekten Ulusal çıkarları düşünen, "mavi vatan" diyen, daha önceleri "Arap Baharı" derken şimdilerde komşularıyla barışık yaşamayı seçen bir Ak Parti'den bahsediyorum.
Ayrıca biliyorum ki Ak Parti karşıtlarından da bu yazıyı eleştirecekler olacaktır. Onlar da 2002'deki Ak Parti ile şimdiki Ak Parti'yi yorumlamaya kalkacaklardır.
Bu yazımda şu iyidir bu kötüdür diye bir şeyden bahsetmiyorum iyi anlamak gerekir. Bir vakıadan bahsediyorum. Yani olayların net olarak oluşu bu şekildedir. Dolayısıyla tarih de buna böyle bakacaktır. Tabii ki ciddi tarihçiler demek daha doğrudur.
"Tek Adam" samimiyeti
Dışarıda vatandaşlarla oturduğumuzda herkes siyasetin nasıl düzelebileceğini, aslında neler yapılması gerektiğini bilirler. Mesela bir kahvehaneye gidin oturun, masada ya Konyaspor'un futbolcularını belirleyerek şampiyon nasıl olunacağı konuşuluyordur ya da ülkenin ekonomisinin aslında nasıl düzeleceği ve neler yapılması gerektiği konudur.
İşte maalesef gelişmemiş toplumlarda bu iki konu en önemli konudur. Futbol ve siyaset. Ama buna da maalesef objektif ve tarafsız bakmak bilinmez. Yani Konyaspor'un neden Ronaldo'yu transfer etmediği gibi veya buna benzer imkanların yeterliliğini ve ortamın gelişimini göz ardı ederek saçma, işe yaramaz eleştiriler gelebilir.
Bu arada bu tür toplumlarda olaylara bakış açısı kişinin kendi durduğu yerle doğru orantılıdır. Mesela yaya olarak karşıdan karşıya geçerken araçların durmasını isteriz. Ama araç kullanıyorsak bir yaya karşıdan karşıya geçiyorsa yol vermek yerine bizim geçmemizi beklemesini isteriz. Eğer bir spor kurumunda yöneticiysek yönetimi eleştirenlere kızarken, yönetim dışındaysak aynı konulardan yönetimi eleştirmekten büyük keyif alırız. Sanırım bu tür durumları açıklayabilecek en güzel kelime samimiyetsizliktir. Yani gelişmemiş toplumlarda samimiyetsizlik sorunu vardır.
Çok partili hayata geçtiğimizden itibaren birçok parti kurulmuştur. Ve bu partilerin de aslında şimdiki partilerden çok da farkları yoktur. Çok partili hayata geçişle Demokrat Parti(DP) kurulmuştur. Genel Başkan Adnan Menderes'tir. Ve tüm karar mekanizması da genel başkandır. 1950'den 2023'e kadar gelin, partilerin hangisi diğerlerinden farklıdır şöyle bir düşünün bakalım bulabilecek misiniz?
Günümüzde Ak Parti'den, Zafer Partisine kadar tüm partilerin yönetim biçimlerinin birbirinden farkı yoktur. Ak Parti'de nasıl her kararı Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan veriyorsa; CHP'de de her karar Kemal Kılıçdaroğlu'ndan geçmektedir. Ahmet Davutoğlu'nun onaylamayacağı bir karar Gelecek Partisi'nde yaşama hakkı bulabilir mi? Veya Meral Akşener partinin kararlarını tabanla mı almaktadır?
Mesela CHP'de Kurultay olacak ve Kurultay'ın galibi şimdiden belli. Çünkü genel başkanın istedikleri delege olacak ve o delegelerde genel başkanlarına oy kullanacak. Peki, bu hangi partide farklı işliyor derseniz, hiç birinde. Tüm partiler bu şekilde işliyor.
Yani anlayacağınız, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı "tek adam" olarak eleştirenler aslında hiç de farklı durumda değiller.
Bunu parti yöneticilerine söylediğinizde karşılık olarak önünüze Partiler Kanunu'nu ve Seçim Kanunu'nu bırakıyorlar. Ama mesela "üyeliği bilinçli hale getirebilmenin" kanunlara aykırı bir tarafı yok ki.
Herhangi bir partiye üye olan vatandaş kendi görev ve sorumluluklarını bilmekle yükümlüdür. Partisi neyi savunuyor, merkez yönetimi ne diyor, programı nedir, ne yapması gerekir, bunların hepsini öğrenmesi gerekir. Her şeyden önce üye olan kişinin en önemli ödevi aidat vermesidir. Aidat vermeyi öğrenmelidir. Çünkü aidat vermek öncelikle örgütü sahiplenmeyi ve yapılanların neler olduğunu araştırmayı getirir.
En basit haliyle bu bilince sahip üye kendini temsil edebilecek mahalle delegesini bu bilinç ışığında seçecektir. O bilinçteki mahalle delegeleri, kendilerini yönetecek ilçe başkanı ve yöneticilerini seçebileceklerdir. Ve bu şekilde tabandan tavana bir örgütlenme sistemiyle ancak bu "tekli" sistem aşılabilir.
Aslında buradaki samimiyetsizlik, yukarıda bahsettiğim şekilde kişinin nerede durduğu ile ilgilidir. Eğer kişi bir partide yönetimde ise delegeleri "kendilerine oy verecek" şekilde seçmeyi savunurken, eğer yönetici değilse "demokratik" bir şekilde seçilmesini istemektedir. Bunda bir samimiyet yoktur.
Konu aslında tek adam-çok adam meselesi değildir. Ülkemizde asıl mesele bu samimiyet meselesidir. Olaylara farklı yerlerden farklı yorumlar yapmak yerine farklı yerlerden aynı yorumları yapmak objektifliğine sahip olmak gerekir. Kim genel başkan olursa olsun "tek adam" oluyorsa burada sistemin dışında kişilerde de bir sorun gözükmektedir.
Dostlukla kalın.