Gömülü bir ırmağın yalnızlığıdır bu

Beraber yürüyelim olur mu?İbrahim TENEKECİ

İçimde demlenen duyguların esaretinde Ali Tepesinde uzun süre oturuyorum. Tanıdık bir ikindi ezanı sesi sarıyor tüm hücrelerimi. Sağ tarafımda Çetmi mezarlığı beni yüzleştiriyor ölümle bir kez daha. Eski, yıkılmaya yön tutmuş evlerin arasından geçiyorum. İçinde ilk sevmeleri, ilk korkuları barındıran bu sokaklar kocaman bir hayat gibi duruyor karşımda. Kim bilir bu evler, duvarlar, aşhaneler buhariler, nelere şahit oldu? “Dili olsa” diye başlar en özlem dolu hikâyeler. Dili olsa konuşsa keşke...

Bütün köşe başlarında sanki aksakallı hacı amcalar çıkıverecek, bir anne çocuğunun elinden sımsıkı tutuverecek, birazdan nihavent makamında ezan okunacak gibi… Bir baba askerden dönen oğlunu Ali Tepesi'nden karşılayacak gibi. Betonlaşmış şehirlerin arasında sıkışan kalbimi, tenha kerpiç evlerin arasında unutacağım belki de. Belki de hep orada arayacağım.İnsan hep geçmişte kalanları özlüyordu, geleceğin kaygısını çekerek. Ahşap kapılı evlerin üzerindeki çizimler bir ömrün haritası oluyor karşımda.

Tanıdık bir ikindi ezanı sesinde yolum kalbimin huzur bulduğu, bedenimin dinlendiği Sultan Selim Camisine düşüyor. Mis kokulu hacı amcaların omzunda sanki ruhum kuş olup uçuyor uzaklara. İkindi sonrası yarı uykulu bir ihtiyarın yüzünde kederli bir şiir bulup onu okuyorum. Güneş, yavaş yavaş kaybolup giderken güneşi başka yerleri aydınlatmanın heyecanı sarıyor sanki. Hemen kalkıverecek bir misafir gibi davranıyor. Nazlı bir şekilde kaybolup gidiyor.

Belki sonra bir gün Karacadağ’ın eteklerinde kaybolabilirim. Köy çocukları ile saklambaç oynayabilirim. Kendimi kaybedebilirim ovada. Saklanırım bir kaya kovuğunda. Sobelenmem belki ölünceye dek. Köylü kızların sevdasını anıp en ağıt dolu şiirlerimi yazabilirim. Üzüm asmalarının altında uzaktan seyrederim şehirdeki adımlarımı. Bir gün dönmeyiveririm. Ovacık’ın geniş alanlarında yılkı atlarına bakabilirim. Uzaktan selam verebilirim Mennek Kalesine.

Sonra yine bir gün Meke Gölüne uğrayabilirim. Hüznümü ortak edebilirim onun hüznüyle. Dertlerimizle demlenmiş çayımızı, hüzün tutmuş bardaklarımızdan dudak payı bırakmadan içeriz. Her buğusunda kaybolur geçmişimiz. Anılarımız dile gelir. Meke dervişinin hayatı geçer gözlerimin önünden. Biliyorum Meke bir çocuk kadar yaşam doluydu, ben bir yaşam kadar hayat doluydum. Sonra çıkıp dağın zirvesine doğru, yönünümü dönerek şehrime karşı içli, derin bir nefes çekebilirim.

Güneş batarken Acı Göle uzun uzun bakıp Ahmet Haşim’in “Göl Saatlerini” okuyabilirim. Her satırı hükmeder kalbimin en ücra yerine. Ceplerimde biriken damlaları sunarım Acı Göl’ün serin sularına. Üzerine biraz eylül eklerim. Hüzün tadında sunarım.

Akşam oluyor ve çok sevdiğim uzak yolculuklara gidecek güneydoğu firmalarının gidişini bir duvar üzerine oturarak otogarın karşısında izliyorum. Bütün ayrılıklara, kavuşmalara şahitlik etmiş bu yer bir şiir gibi oluyor karşımda. Bir öğrenci ellerinde kitaplarla okumaya gitti uzaklara. Bir baba oğlunu askere gönderdi. Genç bir kız gözyaşları ile uğurladı sevdiğini. Gözyaşlarını dantel gibi ördü yemenisine. Yine birileri otobüse binecek, birileri otobüsten inecek gibi.

Ve ben hiç binmediğim bu otobüslere el sallıyorum. Hiç bilmediğim insanlara selamlar söylüyorum. Sonra kağıt ve kalem arasında saklı kalmış duyguları yazıyorum. Sonra Ey kalbim! Ne uzun zamanlardan gelmişiz. Sıska bir ışık huzmesi, penceremizin kovuklarında girmiş. Bir perde gibi soldurmuş iki yanımızı birden. Bütün kente sanki yaşayan ayak izlerim var. Çocukluğum. Beni bekleyen babasızlığım. Bir pazar yerinde çay taşımalarım… Sonra bir camide yankı bulan sesim…

Ve işte o yağmurda yine geldi. Eksik yanım geldi.

Yağmur. Gittiğim her yerde elimden tutan yağmur… Gölgem gibi beni takip eden yağmur… Keskin bir bıçak gibi sadece benim şehrime, sadece şehirdeki yürüyüşlerime eşlik eden yağmur… Kaldırımlara bıraktığım ayak izlerine, ketirlere, çöllere inen yağmur... Karacadağ’ı, Ovacık’ı, Meke Gölünü, Acı Göl’ü ferahlatan yağmur. Yağ bir gün yeniden. Arınsın sokağımın günahkâr izleri. Dirilsin şehrin ölüleri. Gülün susuzluğu bülbülün feryadı oldu. Memleket insanımın gözleri asılı kaldı göklerde. Bakışlarının feri kaçtı. Ey beklenen! Öyle bir yağ ki, ruhumun kelimelerini dirilt, dimağıma güç ol, gözlerime ışık, bekleyene umut…

Yağmur, yeniden gel. Düşlerime gir. Sar kalbimin incinmişliği. Yetim halimi de topla sokaklardan, ketirlerden, badem ağaçlarından, bir mahalle kahvehanesinden…

Yağmur, hasretinden benliğime bir hal oldu. Yıkıldı hayâlhanem, yaşamak viran oldu.  Bülbülü gül dalında idam ettiler. Yaşamak güle haram oldu.