Güneş, kumsivri tepesinin üzerinden nazlı bir gelin gibi doğuyor üzerime. Yanağıma konduruyor sıcacık tebessümünü. Yüzümü aynalardan yıkıyorum. Aynalar. Benim sıkça ağladığım, dost canlısı aynalar… Solgun bir su alıyor gözlerimin uyku tutan yanlarını. Küf tutan musluklardan akan su, kalbimi sarhoş eden rüya ile ayırıyor beni. 
Adımlarım sokağımın izlerinde kayboluyor. Geceden kalma baykuş naraları atılmış mahallemin sokakları… Bir eylül yağmuru yağıyor dışarda. Bu yağmur kendini dantel gibi işliyor bedenime. Sanki bir ses iniyor gibi büyük harflerle. Bu ses ürpertiyor kalbimin çocuk yanlarını. Kalbim, yetim bir çocuğun korkularını taşıyor oysa. Kalbim, kırılgan bir çocuk oluyor bu yağmurda. Oysa her insan annesinin büyümeyen çocuğudur. Bunu biliyorum. İçimden sadece yağmura yazmak istiyorum sanki. Sonra kendime. Ve hep adımlarıma… Her adımı atışımda yağmurun narin damlaları resim çiziyor sanki yollarda. Saçlarımın uçlarından inen damlaları yanağıma inmeden yakalıyorum. Yağmuru tam bileklerinden tutuyorum yani.
Yağmur sonrası güneş, yeniden gösteriyor kendini. Bir gökkuşağı selam veriyor bana. Yeni güneşlere göçesim var. Yeni mevsimlere kucak açasım var. Rüzgârın yüzüme ipeksi dokunuşuyla beraber bademliği koruyan tel örgülerin içinden ketirlere giriyorum. Rüzgâr, kum tanelerini kirpiklerimde biriktiriyor sanki. Badem ağaçlarının serin gölgesinde sadece uzaklara bakıyorum. Koskoca bozkırı gözlerimin ta içine kadar dolduruyorum. Bir kaya parçasının üzerinden rayiha kokulu çiçekleri içime kadar çekiyorum. Şehrim uzanmış bozkırın düzüne. Sanki taze bir gelin gibi. Aklıma ellerim geliyor. Alıç ağaçlarının çalılarında çizilmiş, küçüklükten kalma ellerim. Ellerim sanki çocukluğumun bütün anılarını taşır gibi. Kalem tutmaktan nasır bağlamış ellerim…
Yürüyorum. Bu adımlar sanki bana ait değilmiş gibi yürüyorum. Yürüyen sadece benim. Oysa ruhum çocukluk zamanlarımda kalmış gibi. Sanki kendimi bir yerlerde bırakmış gibiyim. Kendime düz bir yol bulmuş, biraz olsun rahat yürüyebiliyorum. 
Güneşin üzerimde ıpılıpıl durmasıyla beraber kendimi kuşların cıvıltısına emanet ediyorum. Yolum, güvenlik tellerinden sonra Gazi Osman Paşa Mahallesinde yorgun bir çay ocağına düşüyor. Çocukluğumda büyükler gittiği için biz hep bu kahvehaneye uzaktan bakardım. Yanından geçerdim. Akşam vakti açık olur, dışarıya sandalyeler atılırdı. Mahallemizden üç, beş büyük kişi buraya gelirdi. Bizde oralarda oynardık. Şimdilerde kimsesizliği ağırlayan bu kahvehanenin önünde duruyorum. Demliklerin tüylerini diken diken eden bir yalnızlık sarıyor her yanı. Yaşlı bir iskemle üzerinde oturup, uzun uzun düşünüyorum. Ruhumu birden Edip Cansever'in mısraları sarıyor.
"Sanki dünyanın tüm çay ocakları kapalı.
Ve göklerden tepelere inen bir sokak,
Ya da bir akarsuyum ben."
Çay ocağının duvarlarına sanki yalnızlık sıvanmış gibi duruyor. Her dökülen sıva bende büyük bir acı bırakıyor. İnsanlarda sıva gibi, teker teker kopuyor bu yaşamdan. 
Onun için son zamanlarda sadece kendini ağırlıyor bu çay ocağı. Bir de anılarını… Birde kireç tutmuş bardakların hüznünü… Yalnızlık, bir çay tabağında biriken, soğumuş damla gibi oluyor. Yalnızlık, bir bardak çayın kaşıksız kalması kadar yakışıksız bir şey oluyor. Yalnızlık, Sezai Karakoç' un dediği gibi;
"Sigara külü kadar yalnızlık
Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi…"
Yalnızlık, günler geçtikçe kahvehane önünde insanların teker teker yok olmasıydı. Yalnızlık, kederli bir çay ocağında bir ihtiyarın kalbinde oluşan ölüm düşüncesiydi belki de. Bütün şehir yürüyüşlerime en fazlada bu kahvehanenin hali ağır olmuştu. 
Beni saran bu düşüncelerimin ardından yolum, şehri en yüksek yerden izleyeceğim Ali Tepesine doğru uzanıyor. Göz alabildiğince bu geniş bozkıra dalıp gidiyorum. Birden Erdem Bayazıt' ın mısraları ile hemhal oluyorum;
"Bir de baharlar bilirim, 
Apartman odalarında büyümüş çocukların bilmediği, bilemeyeceği…"
Devamı gelecek…