Dostlar, “Şefaat ya Resulallah!" diyecek yerde "Seyahat ya Resulallah" deyip, o desturla bütün bir ömür, ayaklarına sarı sular inercesine bilumum Osmanlı topraklarını gezip dolaşarak bizlere bir şeyler bırakabilmenin çilesini çekmiş. Evliya Çelebi (1611–1682) merhum, Seyahatnamesi’nin ilk cildini İstanbul'a ayırmıştır. Orada çok enteresan vakalar, rivayetler, hikâyeler anlatılır. Bir tanesi şöyle:

        Vaktiyle Kasımpaşa'da Zindan arkası kabristanında kavuklu bir mezar varmış. (simdi Haliç Tersanesi'nin sırtlarında kalır ve ana cadde bu kabristanın içinden geçer) Buna halk, "Meyyitzade kabri" diye isim vermişler... Ama kimse niçin böyle denildiğini bilmezmiş. Yalnız ağızlarda bir tek rivayet dolaşırmış: Burada bir ana ile oğlu beraber yatmaktadır.

         Evliya Çelebi, elbette böyle bir rivayeti araştırmadan bırakacak değildir. Hemen ise başlar. Araştırmalarını tamamlayınca ortaya söyle bir hikâye çıkar:

Osmanlı askerleri Eğri önlerinde savaşırken aralarında kırkına yaklaşmış sakallarında kırlıklar görülmeye başlamış bir yeniçeri de vardı. Akli sık sık İstanbul'a kayıyor ve altı aylık taze bir gelin olan hamile hanimi ve doğacak çocuğunu düşünmeden edemiyordu. Bu savaşa gelirken onları emanet edecek kimsesi yoktu. Ferman padişahın, deyip yola koyulacağı sırada iki rekât sefer namazı kılmış ve Allah-i Teâlâ’ya söyle yalvarmıştı: "ilahi! Halim sana malumdur. Kalbime öyle gelir ki, ben seferden dönmeden şu hatuncuk doğum yapacaktır. Artık çocuğum sana emanet."

       Yeniçeri yanılmıştı. Kendisi gider gitmez genç kadın hastalanmış ve dört ay sonra da henüz doğum vakti gelmeden vefat etmişti. Mahalleli onu getirip yukarıdaki zikri geçen mezarlığın bir kösesine defnettiler. İşin garibi, kadının karnındaki çocuk henüz sapasağlam idi. Mezara konulduktan birkaç gün sonra dünyaya geldi ve hikmet-i Hüda, annesinin vücudunu tırmanıp göğsüne yetişerek emmeye başladı.

        Çocuğun bu ölü memesinde süt bulması, karnını doyurması ve nerede olduğunu bilmeden karanlık bir dünyada kâh uyuyarak kâh ağlayarak hayatini devam ettirmesi, elbette ki akılla izah edilecek bir şey değildir. Ama Evliya  Çelebi'nin araştırmalarına göre, gerçek tam da böyleydi.

         Bir hafta kadar sonra Orduyu hümayun Eğri Seferi'nden döndü. Bizim yeniçeri neferi hasret ateşiyle soluğu evinde aldıysa da nafile kapı duvardı. Hakikati öğrendiği zaman inanamadı. Durmadan "Olmaz!" diyordu. "Ben karımı ve çocuğumu Allah'a emanet etmiştim. O benim emanetlerimi korurdu." Oysa unuttuğu bir şey vardı. Hanımını ve çocuğunu birlikte değil yalnızca çocuğunu Allah'a emanet etmişti.

      Nihayet mahallenin erkekleri ona karısının mezarını gösterdiler. O kaytan bıyıklı dağ  gibi yiğit, henüz bir haftalık kabre sarılıp ağlamaya başladı. Fakat o da ne! Kulaklarına bir ses geliyordu. Bu bir bebeğin masum çığlıklarından başka bir şey değildi. Hemen yerinden doğrulup yanındakilere haykırdı: "Bre, kazma kürek getirin evladım aşağıda sağdır." Evet yanılmıyordu. Emaneti sahibi muhafaza ediyordu. Bir koşu mezarcının kazma küreği getirildi ve derhal kabir açıldı. Gördükleri manzara akıllara durgunluk verecek tarzda idi. Erkek bir bebek annesini çürümeye başlayan vücuduna yapışmış, sağ memesinden süt emiyordu. Hayrete şayan olan bir diğer şey, annenin vücudunun rengi ve şekli de çürümeye başladığı halde, sağ memesini olduğu gibi korunmuş olması idi.

       Evliya Çelebi'nin zikrettiğine göre, annesini koynundan alınan bu çocuk, delikanlılık çağında ulema  sınıfına dâhil olmuş ve Sultan 1. Ahmed'in saltanatı zamanında (1603–1617) kadar itibar gören, sözü dinlenen bir zat olarak yaşamıştır. Halk onu daima "Meyyitzade (ölünün oğlu)" lakabı ile bilmiş ve öldüğü zaman da yine doğduğu yere, annesini mezarına defnedilmiştir.

 

FATİH'İN DİLENCİ KARDEŞİ
     Sevgili tarih dostları Taşköprülüzâde Mehmed Kemâlüddin Efendi’nin (Tuhfetü-l Ahbab) yâhut “Târih-i Sâf” adındaki eserinin birinci cüzünün 1287 İstanbul tab’ının 57-58. sayfalarında Fatih Sultan Mehmed’in hazır cevaplığını gösteren çok hoş bir menkıbe nakledilir:

          Hem kıssa, hem hisse sayılabilecek olan bu tatlı menkıbeye göre İstanbul Fâtih Sultan Mehmet bir gün atına binip ava çıkarken, karşısına bir dilenci çıkar: Fatih de cebinden bir altın çıkarıp verir, bir altını az gören dilenci:
— Padişahım, ben senin kardeşin olduğum halde nasıl oluyor da sen bana tek bir altın verirsin? Şu hareketin insafa sığar mı?
Diye feryâd ve figana başlamış! Bunun üzerine Hz. Fâtih atının dizginini çekip durmuş ve dilenciyi yanına çağırıp sormuş:
— Bu ne söz böyle. Sen benim kardeşim olduğunu nasıl iddia edebilirsin?
Dilenci de hemen cevabını dayamış:
— Nasıl olur da sen benim kardeşim olduğunu bilmezsin? Hiç öyle şey olur mu?

Fatih Sultan Mehmed, kardeşliğin sırrını öğrenmekte ısrar edince, nihayet cesur dilenciden şu cevabı almış:
— Padişahım, ikimiz de Âdem babamızın oğulları değil miyiz?
Bu cevaptan çok hoşlanan Sultan da şöyle mukâbele etmiş:
— Eğer öteki kardeşlerimiz de haber alacak olurlarsa, senin hissene bu bir altın bile düşmez!
Bununla beraber, bu nükte çok hoşuna gittiği için, cömert Sultan dilenci kardeşine ihsanda bulunmuş.